Feb 20, 2012 | admin | News | 0

Sevgili Okurlar, Sinema Takipçileri,

Bu sene hayatımda ilk defa hep duymuş olduğum Cannes Film Festivalinde bulunma şansına sahip oldum ve sizlerle 12-23 Mayıs 2010 arasında geçmiş olan festival deneyimlerimden ve görmüş olduğum filmler ve bulunmuş olduğum basın konferanslarından söz etmek istiyorum.

ÖN BİLGİ, FESTİVAL SARAYI:

Öncelikle daha önce hiç Cannes’da bulunmamış olan ve merak edenleriniz için kısaca Festival sarayından ve içinde yer alan bölümlerden bahsetmek istiyorum. Bu festival alanına girebilmek için ya basın mensubu olmanız ya da film dünyasıyla bir ilginizin olup gerekli başvuruyu yapmış olmanız gerekiyor. Yani kapıda buna dair giriş belgenizi göstermeden, saraya adım atamıyorsunuz. Bunlarsa çeşitli kategorilere ayrılmış durumda.

Festivalin en alt katında kısa filmcilerin ve genç yönetmenlerin filmlerinin, seminerlerinin yer aldığı “Short Films Corner” bulunuyor. Burada kısa filmciler hem filmlerini gösterme, hem çeşitli konularda uzmanlardan bilgi veren seminerlere katılma ve de iş bağlantıları kurma fırsatına sahip oluyorlar. Biraz daha ilerlediğinizde alt katta dağıtımcı ve yapım firmalarının fuarı karşınıza çıkıyor. Dışarı çıktığınızda ise deniz kenarında, kumsala karşı kurulmuş beyaz çadırlar yer alıyor. Çadırlar ülkelerine göre ayrılmış durumda ve içlerinde ülkelerin film festivalleri, filmleri, yapım şirketleri ve yönetmenleri hakkında bilgiler yer alıyor. Bu çadırlara “Pavillion” deniyor ve her birinde ufak tanışma partileri oluyor. Türkiye’nin çadırının son derece popüler olduğunu ve yabancılar tarafından çokça sevildiğini ve takip edildiğini söylemeliyim. Bu çadırlar da yine iş bağlantıları kurmak veya proje almak, satmak açısından son derece güzel bir ortam. Yani bu bölüme “market” denmesinin bir nedeni var, gerçekten de bir film pazarı ve alışverişi söz konusu. Sarayın ikinci katında bir basın odası ve de espresso bar var, gazetecilerin hep uyanık kalsın diye kahveleri eksik edilmiyor. Üçüncü katta kablosuz internet bağlantı alanı ve de basın konferanslarının yer aldığı salonlar yer almakta. Tüm dünyadan gelen basın mensupları burada yönetmenlere, oyunculara ve yapımcılarla röportaj yapma fırsatını buluyorlar. Tabii ki bunun dünya basını olduğunu ve herkesin içeri giremediğini söylemeliyim. En üst katsa jüriye ayrılmış durumda. Onlara ait bir teras ve dinlenme alanları var. Bunların yanı sıra yarışma filmlerinin ve galaların kırmızı halı eşliğinde yapıldığı çok şık “Grand Lumiere Theater” sinema salonu yer almakta. Bu salona elinizde özel bir davetiye olmadan ve de bayanlar için tuvalet erkekler içinse smokin giymeden girmek mümkün değil. Son derece şık ve ışıltılı bir ortam ve şahsen görmüş olduğum en güzel sinema salonlarından biri. O kadar çok güzel film birden gösteriliyor ki aynı zamanda, hepsine birden yetişmek mümkün değil. Diğer sinema salonlarında da basın gösterimleri yapılmaya devam ediliyor.

FİLM GÖSTERİMLERİ VE BASIN KONFERANSLARI:

Festivalin açılış filmi şu anda ülkemizde de sinemalarda gösterilen “Robin Hood” filmiydi. Ridley Scott’ın yönetmiş olduğu ROBIN HOOD [Robin des Bois]  basın konferansı filmin oyuncularının ve yapımcısının onu temsil etmesiyle gerçekleşti. Russel Crowe ve Kate Blanchett’in de bulunduğu basın toplantısında filmin daha önceki örneklerinden daha politik ve ciddi bir tavrı olduğundan ve kendi oyunculuk deneyimlerinden bahsettiler. Kate Blanchett tam bir yıldız gibi mütevazı bir gülümsemeyle parlarken, Russel Crowe biraz ukala fakat esprili bir tavırla basının sorularını yanıtlarken bir noktada filmde Robin Hood’tan çok futbolcuya benzediği yorumu üzerine kısa bir de futbol muhabbeti yaşandı. Daha sonra festivalin ilk ön gösterimleri başladı. Bu sene en iyi yönetmen ödülünü alan Mathieu Amalric’in 4. Uzun metraj filmi “Tournee” festivalin kanımca gerçekten de en güzel filmlerinden biriydi.

TOURNÉE [On Tour] Mathieu Amalric’in yönetip aynı zamanda başrol oyunculuğunu yapmış olduğu filmde; Joachim, Parisli eski bir Televizyon yapımcısı her şeyi geride bırakmıştır-çocukları, ailesi, dostları, düşmanları ve yeni bir hayat yaşamak üzere Amerika’ya gitmiş olmasından ötürü pişmandır. Yanında striptiz göstericileriyle birlikte romantik hayallerle Paris, Fransa’ya geri döner. Parasız bir şekilde yanında gösteri kızlarıyla şehirden şehre giderlerken ortaya fantastik, sıcak ve bol renkli bir atmosfer çıkar. Her ne kadar Paris hayalleri eski bir arkadaşı tarafından ihanete uğraması sonucu gösteri yapacakları mekan ellerinden gitse de bu yolculuk hepsi için rüyayla kabus karışımı bir deneyim olur.  Festivalin jüri başkanı olan Tim Burton bu filmin yönetmeninin en iyi yönetmen ödülü almasındaki etkenlerden birinin ilk izledikler ve içlerini ısıtan, gerçekçi olmasına rağmen renkli ve fantastik bir yanı olmasından kaynaklandığını dile getirdi. Kanımca da gerek kızların göz alan gösterileri, gerek samimi performanslarıyla, gerekse rengârenk görselliğiyle “sihri, büyüsü olan” bir film diyebilirim. Sahnedekileri gerçek hayata da taşıyan yönetmen, performans yapan bayanları aynı abartılı, renkli kostümleriyle kapanış gecesi töreninde ödülünü almaya giderken yanına çağırmayı ihmal etmedi.

 

Woody Allen’in en son filmi YOU WILL MEET A TALL DARK STRANGER festivalin en keyifli, eğlenceli filmlerinden biriydi. Tamamen değişik karakterler ve onların birbirleriyle olan ilişkileri üzerine kurulmuş olan film adından da anlaşılacağı üzerine hep falcıların karşımıza çıkardığı “Uzun, Esmer bir Yabancıyla Tanışacaksın” klişesi üzerine kurulmuş. Bocalayan bir yazar, onun kocasından ayrıldıktan sonra kafayı fallarla bozmuş olan annesi, yaşlılığını kabullenemeyip girdiği krizden dolayı bir hayat kadınına aşık olan Anthony Hopkins ve kocasının arkasından çevirdiği işlerden haberi olmayıp, kendisi de patronundan hoşlanan fakat sonunda arkadaşından da, kocasından da, annesinden de kazığı yiyen Naomi Watts. Dolu, dolu keyifli bir film. Şahsen ben Woody Allen filmlerinin tadını ve havasını bu filmde kesinlikle hissettim.

 

Basın konferansında Woody Allen’a artık neden filmlerinde oynamadığı sorulduğunda esprili bir cevap verdi “Eskiden gençken güzel kızları kapan ben olurdum, artık güzel kızları kapamayacak kadar yaşlandım. O yüzden bu rolleri artık genç oyunculara veriyorum.” Dedi. Musevi sinemacıların göz nuru yazar, yönetmen ve oyuncu olan Woody Allen’ı yakından görmek ve söyleşisine dahil olabilmek başlı başına en ilham verici deneyimlerden biriydi.
LA PRINCESSE DE MONTPENSIER [The Princess Of Montpensier] de Bertrand Tavernier, yarışmada herhangi bir ödül almamış olmasına rağmen son derece duygusal bir aşk hikayesiydi. Güzel ve zengin bir prensesin anne, babasının zoruyla aşık olduğu adam yerine, ona uygun görülen bir adamla evlenmek zorunda kalması fakat ilk aşkının onun peşini bırakmaması üzerine başlayan film, sonunda prensesin sahip olduğu her şeyi elinin tersiyle iterek ve her şeyi göz önüne alarak aşkının karşısına geçmesi ve aşık olduğu adamın başka bir kadınla olmak istemesi üzerine onu reddetmesi sonucu hüsranla biten acı bir aşk hikayesi. Güzel bir Fransız dönem filmi olduğunu düşünmekle birlikte, daha fazla kadın seyirciye hitap ettiğini düşünüyorum.

 

 

OUTRAGE, Takeshi Kitano’nun yeni filmi bende sanki Japon bir Tarantino filmi izlemişim hissi uyandırdı. İntikam ve kan üzerine kurulu bir senaryosu olan bu filmde durmadan göze göz, dişe diş bitmek bilmeyen bir yakuza savaşı söz konusu. Kopan parmaklardan tutun da, işkencelere kadar bol miktarda kan ve şiddete maruz kalıyorsunuz. Kan tutuyorsa izlemeyi hiç düşünmeyin derim! Tüm kan öğelerine rağmen aslında bir yandan kara mizahi bir şekilde bununla dalga geçen bir havası olmasına rağmen ne yazık ki senaryosunu çok başarılı bulmadığımı söylemeliyim. Yine de Takeshi Kitano’nun önceki filmlerini hem yönetmenlik, hem oyunculuk açısından başarılı bulduğum, kendisi de bana güleryüzle bir imza verdiği için, daha iyi filmleri kendisinden beklediğimi ve takip etmeye değer Japon yönetmenlerden bir olduğunu söylemeliyim.

 

COPIE CONFORME [Certified Copy] sanat sinemaseverlerinin yakından takip ettiği İranlı yönetmen Abbas Kiarostami’nin yeni filmiydi. Juliette Binoche filmin başrolünde oynamakla birlikte gerçekten göz alan doğal performansıyla en iyi kadın oyuncu ödülünü alması beni hiç şaşırtmadı ve çok sevindirdi. Filmin çok basit bir konusu olmasına rağmen, yine de kafa karıştıran ve hep izleyicinin merakını, ilgisini ayakta tutan bir tarafı var. Katalogta kısaca dediği gibi “Bu bir adamla, kadının hikayesi.” Bu kadınla adamın yeni mi tanıştıklarını, karı koca mı olduklarını, ayrıldıklarını mı çok iyi anlayamıyorsunuz. Sanki tek bir gün içinde her birini gerçekleştiriyorlar gözünüzün önünde. Önce aşık oluyorlar, ilk randevuları, ilk kavgalar, kadının adamın ilgisin kaybetmesi ve adamın gitmek zorunda olduğunu söylemesi. Bu basit hikayenin sinemanın özgün diliyle nasıl başarıyla anlatıldığını izleyerek görmek lazım, bu öyle bir film ki “anlatılmaz yaşanır.” Özellikle bizim gibi duygusal ve romantizm seven Türk insanının bu filmi kesinlikle seveceğini ve anlayacağını düşünüyorum.

 

FAIR GAME Doug Liman’ın yönetmenliğini yapmış olduğu bu politik filmde Naomi Watts ve Sean Penn başrolde karı koca olarak yer almakta. Bush’un ve Amerika’nın son yıllardaki savaş politikasının ve Amerika’nın kendi halkının da nasıl oyuna geldiğini ve kandırıldığını, onların da bu yersiz, yalan yere çıkmış savaştan manevi anlamda da olsa yaralar aldıklarını gözler önüne seren iddialı bir film.

 

ROUTE IRISH, Ken Loach İrlandalı bir yönetmen olarak kendi halkının yaşadığı politik problemleri her zaman filmlerinde yer vermekten hoşlanan bir sinemacı. Bu filmde de masum yere vahşice öldürülmüş çocukların ve kadınların neden, nasıl, kim tarafından öldürüldüğünü bulup, adaleti yerine getirmeyi kendine misyon edinmiş bir kahramanın öyküsü anlatılıyor. Film biraz ağırca ilerlese de filmin sonunda öyle bir patlama oluyor ki sonunda izlediğinize değmiş olduğunu anlıyorsunuz. Sonunda sabretmenize değiyor yani. Biraz tempo düşüp, düşüp sonunda aniden öyle bir çıkıyor ve öyle güzel bir sonla noktalanıyor ki bu filmi de öneririm.

 

 

POETRY, Lee Chang-dong yine ödül alan filmlerden bir tanesi ne yazık ki ben izleme fırsatına nail olamadım, yine de hakkında çok olumlu, güzel eleştiriler duymuş olduğum için size olduğu kadar kendime de en yakın zamanda görmeyi tavsiye ediyorum.

 

LUNG BOONMEE RALUEK CHAT 1h53

[Oncle Boonmee celui qui se souvient de ses vies

antérieures | Uncle Boonmee who can recall his past lives] yönetmenliği  Apichatpong Weerasethakul’ın yapmış olduğu ve ne yazık ki henüz izleme şerefine nail olamadığım bu film de “En İyi Film” ödülünü almaya layık görüldü.

 

 

 

THE TREE [L'Arbre]  kadın bir yazar-yönetmen olan Julie Bertuccelli’nin filmi, festival seremonisinin kapanış filmiydi. Mutluca yaşayan çok çocuklu bir ailenin, çocukların babalarını, anneninse kocasını kaybetmesi üzerine yaşadıkları buhranı ve giden babanın yerini bir ağaçla kapamaya çalıştıkları bocalama zamanlarını ağaç metaforu üzerinden giderek anlatan çok duygusal ve tüyleri diken diken ettiği gibi, aile dayanışması ve birlikte ayakta durmalarıyla da içinizi ısıtan dramatik bir aile filmi. Kapanış filmi olarak seçilmesinin bir nedeni de salondan ayrılırken sizde bıraktığı melankoli duygusu olabilir.

 

TAMARA DREWE Stephen Frears Oscar ödüllü yönetmen tarafından çekilmiş bir İngiliz filmi. Bu film de tam bir kara mizah örneği. Sakin ve tutucu bir İngiliz kasabasına burnunu yaptırıp, güzelleşip dönen ve ortalığı karıştıran bir genç kızın hikayesini anlatan bu filmde de Woody Allen tarzında karısını durmadan aldatan bir koca, bir rock grubunun solistine hayran olan ve ona ulaşmak için sonuna kadar ne gerekiyorsa yapan ve yanında en yakın arkadaşını da sürükleyen liseli bir genç kız gib pek çok yan hikayeler de mevcut. Bu da yine başka insanların trajedilerine bir yandan güldüren bir yandan üzen kara bir aile komedisi diyebilirim. Aslında bir İngiliz Güzeli filmi demek de mümkün olabilir. Son sözümse yönetmenin bana birebir söylemiş olduğu kulağa son derece basit ama motive verici gelen bir şey: “Eğer yönetmen olmak istiyorsan, yap et film çek.”

 

COUNTDOWN TO ZERO Lucy Walker tarafından yapılmış bu film belgesel meraklılarına! Nükleer silahları ve global korunmayı ele alan bu belgeselde bir bilinçlendirme ve uyandırma söz konusu. Belgesel film sevenlerin izlemesini önerdiğim, insanlık uğruna yapılmış bir film.

 

CHATROOM  Hideo Nakata’nın son korku filmi! Kendisi Japon “Ringu” korku filmi serisinden bilenleriniz olabilir. Daha sonra kendi yönetmenliğini yapma şartıyla Amerika’da filmin yeniden yapımını gerçekleştirmişti. Son derece uluslar arası çalışmayı seven Japon yönetmen, bu sefer de İngiltere’de genç İngiliz oyuncuların yer aldığı bir psikolojik, gerilim filmini yapmış. Sanal alemleri, orada tanıştığımız insanları ve sanal dünyanın gerçek dünyaya taşabilecek olan tehlikelerinden bahseden film özellikle bu türün örneklerini farklılığı, yaratıcılığı ve iyi işlenmiş karakterleriyle gönüllerinde taht kurma potansiyeline sahip. Yine de izleyici hedef kitlesinin daha çok gençler olduğunu ön görüyorum.

 

 

Son olarak da 63. Cannes Film Festivali Ödüllerinin Sahipleri:

 

Altın Palmiye: “Uncle Boonmee Who Can Recall his Past Lives”, (Yön: Apichatpong Weerasethakul , Tayland)

Grand Prix: “Of Gods and Men” (Yön: Xavier Beauvois, Fransa)

Jüri Ödülü: “A Screaming Man” (Yön: Mahamat-Saleh Haroun, Çad)

En İyi Kadın Oyuncu: Juliette Binoche (“Certified Copy”) 

En İyi Erkek Oyuncu: Javier Bardem (“Biutiful”) ve Elio Germano (“La Nostra Vita”)

En İyi Yönetmen: Mathieu Amalric (“On Tour”)

En İyi Senaryo: Lee Chang-Dong (“Poetry”)

En İyi Kısa Metrajlı Film Ödülü: “Chienne d’Histoire” (Yön: Serge Avedikian, Fransa)

Altın Kamera Ödülü: “Ano Bisiesto” (Yön: Michael Rowe)


Leave a Comment